Yönetim ve Bilgelik, Sezai Karakoç
Eskiden tartışması yapılmış bunun. Kimileri kalkmış: “filozoflar devleti yönetmeli” demişler. “Filozoflar” kelimesi yerine “hakimler” (bilgeler) terimi konarak söylenmiş ayni söz. Bu hükmü savunmak için bir hayli güçlü kanıtlar da ileri sürülmüş. Ama aksine kanıtlar da. Felsefe veya bilgelik ayrı bir alan, hükümdarlık, yöneticilik apayrı bir alan denmiş.
“Birinde çok iyi olan bir kişi, öbüründe çok kötü olabilir, birini güçlü olarak taçlandıran, öbüründe zavallı bir duruma düşebilir” gibi kolaylıkla yabana atılamaz düşünceler doğmuş bu konuda. Neron’un şairliği zâlim olmasını önleyememiş. Roma’yı yaktığında: “Ne güzel yanıyor!” diye haykırtmış onu estetik zevki! Eflâtun’un, talebesinin çağrısı üzerine Siraküza’ya “devletini gerçekleştirmeye gidiş ve bir çok faciayla biten denemesi bir örnek olarak gösterilebilir. Haccac’m, hatipliği, dil ve yazı bilginliğinin zulmünü önleyemeyişi de. Bunun üzerine, yani “filozofların ya da bilgelerin hükümdar olması” tezi, fazla keskin ve pratik değerden yoksun bulununca, devlet veya toplum idaresi konusunda yeni bir kuram ya da görüş belirmiş. Bu, birinci görüşün bir parça düzeltilmiş şekli: “filozoflar ya da bilgeler hükümdar değil, hükümdarlar, bilge ya da filozof olmalı”. Kimilerine göre, bu iki görüş, birbirinin aynıdır. Sadece, aradaki fark, bir söz cambazlığından ibaret. Kimine göre de, arada bir fark olduğu, ikincisinde birincinin tersine, hükümdarlığın birinci, bilgeliğin ikinci planda bulunduğu bir gerçek. Fakat, hükümdarların veya bugünün diliyle söyleyelim, yöneticilerin, bilgelik veya filozofluklarını nereye kadar götürebilecekleri meselesi konunun can damarıdır. Toplumun çok sarsıntılı olduğu zamanlarda bu bilgelik ve yönetmenlik yanından hangisini kullanacaktır, bilmek zorundadır devlet adamı. Yumuşak olunacak yeri, sert olunacak yeri, diğer bir deyişle, ödün verilecek veya verilmeyecek yeri iyi bilmek zorundadır. Makyavel’in öğütleri her yerde geçerli ola-maz. Ama geçerli olduğu yer ve şartlar hiç yoktur da denemez. Arşimet, çok iyi bir matematikçi ve fizikçiydi. Ama, kötü bir devlet adamı sayanlar vardır. Adasını düşman askerleri basıp ta kendisinin başu-cuna geldikleri zaman, O, halâ başı yerde bir takım çizgilerle meşguldü. Bilim adına onu insanlık kutlamış ve bundan böyle de kutlayacaktır. Ama, her halde, halkı kutlamamıştır O’nu. Yavuz Selim, gerek türk dilinde, gerekse farsçada büyük bir şairdi. Ama bu özelliği, Onu, devlet için, toplum için, akrabası, kardeşleri, amcaları ve yeğenleriyle savaşmak, hatta kimini öldürmek kararından döndürememişti. Büyük bir devlet adamıydı Yavuz Selim. Büyük bir kumandan olduğu kadar bilge yanı da vardı. Şam’da, yüzyıllar süren bir tasavvuf tartışmasına son verecek fetva, onun gözetiminde yayınlandı. Mekke ve Medine’nin gönlünü almasını bildi. Memlûkları ve Zülkadriye Devleti’ni Devlet’e bağlarken gerekli çok sert tedbirlerle çok bağışlayıcı ve gönül alıcı bağıntılar iç içeydi onun yönetim sisteminde. Kimi davranışlar ve hareketler affedilmezdi, kimileri de hoş görülebilirdi O’na göre. Ölçü, Devlet’in yararıydı uzun vâdede. Bilgelik, duyarlılık, bilgi ve tedbir, O’nun ileri görüşlülüğünde bir sentez anlamına kavuşuyordu.
Baki ve Sinan’la öğünen Kanuni de, Devlet için, bazı oğullarının ve torunlarının ölümüne katlanacak kadar bilgelik gösterdi. Gönül paralayıcı oğul şiirine karşılık, gönül paralayıcı baba şiirini yazdı ya da bu şiir ona yakıştırıldı, ama bu onu, Devlet ve Millet için, doğru veya yanlış gerekli gördüğü operasyondan, kendi ailesine taallûk eden operasyondan alıkoymadı. Gereğinde bir sadrazamın yanlış, bir tayinine karışmaya kendini yetkili görmeyen hükümdar (Peçevî Tarihi: Mısır’a bir bilginin müftü tayini), gereğinde sadrazamı idamla cezalandırıyordu. Bugün için bunlar çelişkili tedbirler olarak görülebilir. Fakat, her tartışma, kendi alanının uzmanlarınca yapılmalıdır. Tıp sahasındaki bir tartışmaya, kimse, doktor olmadıkça kendisini yetkili göremez de, tarih, edebiyat ve iktisat alanında yeterince bilgiye bile sahip olmadan, herkes, kendine göre hükümler yürütür. Oysa, her olayı, kendi şartları ve anlamları içinde değerlendirmek gereklidir. O zaman, idam edilenler bile, bugünün hükümdar suçlayıcılarından daha insaflı ve şuurlu idiler. Nefî, bir veziri “devlet umurunda şuuru ne idi” diye yermektedir. Evet, o zaman, önemli olan “devlet umurunda şuur”du. Bundan tâviz verilmezdi. Mesele, ne tebea, ne reaya, ne halk, ne saray halkı, ne hanedan, ne asker, ne şu, ne buydu. Mesele: “devlet umurunda şuur”du. Hükümdar, padişah bile, bu konuda taviz vermeğe kendini yetkili göremezdi.
Yetkiler kullanılır, vazifeler yerine getirilirdi büyük devletlerde. Roma’da böyleydi, islâm devletlerinde de. Ama bu, affın, merhametin, suplesin yokluğu demek değildi. Yerinde kullanmaktı hepsini. Zulüm yok ve adalet var olmalıydı. Fazilet, adaletin tamamlayıcısıydı. Realizm, ülkücülüğü boğup atamazdı. Ama, hayalperestlikle de Devlet yönetilemezdi.
Günümüzde, demokrasi, halkın geniş ölçüde yönetime dolaylı ya da dolaysız katılmasını sağladı. Bu da daha çok yöntem bakımından bir yenilik anlamına gelmektedir. Yoksa, eskiden de, nice büyük devlet adamı halk çocuğuydu, halktan gelmeydi. Halkın, şu veya bu şekilde, yönetimi tasvibi veya protestosu bir anlam ifade ederdi. Ama belki demokraside, bu daha bir düzenlilik ve süreklilik kazanmıştır. Bir iki yüzyıllık tarihî bir tecrübedir bu. Nereye varacaktır? Üzerinde tartışılabilir. Marksistler bunu burjuvazi ve kapitalizme bağlayarak hırpaladılar ye yerine teknokratların, ya da bir nevi politikacı tipinin eğemenliği modelini koymaya çalışıyorlar. “Proleterya diktatörlüğü” övgüsünden geçilmiyor partizanlarının yazılarında. Ama görünüşte biçimsel halk demokrasisi tarzını da titizlikle koruyorlar.
Halk yönetimi, ve genel olarak yönetim sistemleri, bir kriz geçiriyor. Özden mahrumluğun, biçimselleşmenin krizini. Efiâtun’un demokrasi kritiği geçerli olacak mı? Ya da marksistlerin denemeleri nereye kadar gidecek? Faşist denemeler, tarihte bir kibrit çakımı yanıp söndü mü? Yoksa, minyatür deneyler olarak sürüp gidecekler mi? Bütün bunlar, siyaset bilimi ve filozofisinin olduğu kadar, sokaktaki adamın da problemi olmakta devam edecektir.
Türkiye, Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra, şartların zorlamasıyla, görünüşte değilse de, esasta militer, ya da yarı militer, yarı bürokrat – aydın yönetimi dönemini yaşadı uzun bir süre. Sonra, iç ve dış şartlarının zorlamasıyla, demokrasi deneyine girdi. Daha sonra da, açık veya gizli, içten dıştan tahriklerin de karıştığı, halk, bürokrat aydın ve militer düzen isteklilerinin karşılıklı yarışması, çatışması, ikili, üçlü anlaşmaları gibi, çeşitli kombinezonlar dönemine ayak basıldı. Tarih, felsefe, bilgelik, edebiyat, yönetici için lüks veya fantezi sayıldı. “Çarıklı”larla “şartlanmış aydın”lar kavgası sürüp gidiyor, yan legal, yarı illegal bir düzeyde. Halk kimi zaman seyirci, kimi zaman kavga ayırıcısı, kimi zaman hakem, kimi zaman da bizzat kavgaya karışıcı bir tutumda. Böyle bir atmosferde, dış, zamanı çok elverişli bularak, bilhassa gençlik çevrelerine terör ve anarşinin tohumlarım serpmesini bildi. Bir mayın tarlası gibi bir ortam. Kimi zaman, bilmeyerek, biri bir mayına basıyor ve bir patlamaya sebep oluyor. Kimi zaman da döşenmiş mayınlar ayıklanırken patlıyorlar. Arkasından politika esnafının birbirini suçlaması. Aşağı yukarı, bu tuluat böyle devam edip gidiyor.
Kaç kere tekrar ettik, gene tekrar edelim. Tekrar, bu Milletin ve Devlet’in geçmişinde bulunan yüce yönetim ilkelerine dönmek günü gelmiş geçmektedir. Herkes Devlet’i kendi üstünde bilmelidir. Halk da, devlet adamları da, bürokrat aydınlar da. Ancak bu, devletin putlaştırılması, yani komünizmde veya faşizmdeki gibi, devlet önünde kişinin hiç sayılması anlamında bilinmemeli. Devlet derken, onu yöneten kişiler değil, prensipler ve idealler anlaşılmalıdır. Hakikat, İyi ve Güzel ve onların kurumları anlaşılmalıdır. Hiç bir şahıs, hiç bir parti ve hiç bir kurum veya kuruluş, Devletin üstünde olamaz. Devlet de zulüm makinası haline getirilemez. Devletin giyotini vardır; ama Devlet giyotin değildir ve olamaz. Devlet otoritesi ile kişi özgürlüğü, birbirini yıkıcı, yok edici iki düşman değil, birbirini besleyici, geliştirici iki dosttur. Bu dostluğun gerçekleştirilmesi için, sun’i insan değil, “şahsiyetler” yetiştirme politikası izlenmelidir. Bunun için de, toplumun her köşebaşında, Doğru’nun, İyi’nin ve Güzel’in kürsüleri, kurumları yükseltilmelidir. Bunun için de, bu uygarlığa gönül vermiş bir kuşak yetişmelidir. O kuşağın gelmesi için de, “Uygarlığın Dirilişi” akımı başlamalı ve başlatılmalıdır. Ama gerçek uygarlığın. Kendi uygarlığından açılım soluğu alan uygarlığın. Diriliş Uygarlığının.