Hızırla Kırk Saat ve Heisenberg
Biliyorsunuzdur belki bu aslında Sezai KARAKOÇun bir şiirinin ismidir. Fakat Kur’ân-i Kerîm’de peygamberler kıssalarıdan bir tanesini daha okuyunca gerçekten bu şiirden bağımsız bu başlık aklıma geldi.
İnsanın ne kadar cahil olduğu: gerçeğin(Hak’kın) tam olarak bilinemesi ile başlıyor. Sonra ne yaparsa yapsın belki hassaslaşıyor. Çok yaklaşıyor gerçeğe ama asla tam olarak şudur diyemiyor.
Buradak iki durum sözkonusu:
- Ölçülen sistemden bir örnek aldığımızdan sistemi az veya çok etkilemişiz demektir. Ve ölçümümüz az ya da çok değişmiş sistemimizdir.
- İkinci olarak da” budur!” dediğimiz ancak bildiğimiz bilgimiz miktarınca budur diyoruzdur aslında. Bir konu kelebek etkisi gibi her konu ile alakalı ise kişi her konuyu bilmeli ki bu bilgi değişkenlik arzediyorsa değişme bilgisine sahip olmalı. Böylece gerçekten tam olarak, hakkıyla bahsedebiliriz.
Bu temel sebeplerden dolayı modern bilim: “Ölçen, yanlış ölçer!” şeklinde bir söylemde bulunmuş olsa gerek. Belki de yine aynı sebepten modern bilimde artık değişmez gerçeklerden daha çok Paradigmalardan bahsediliyor. Ve paradigma sürekli değişebilir. Kaos böylece düzenleniyor.
Bilim tabi bizim bilme yollarımızdan bir tanesi, ona verdiğimiz önem kadar başka bilme yollarına ve Değişmezden gelene (Hak’tan) da kulak kabartırken bu konularla alakalı, çocukluğumda masal şeklinde babamdan bol bol dinlediğim bu hikaye dikkatimi çekti. Tabi hemen notumu aldım. Paylaşıyorum…
Buradaki ön yorumların çok dışında Kur’an’ın üslübu çok farklı bir havada tabiki. Nasihatler ve dersler…
Cüz: 15 – Sûre: 18 KEHF SÛRESİ Sayfa: 299
60. Hani Mûsâ beraberindeki gence şöyle demişti: “İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, ya da uzun zaman gideceğim.”(57)
61. Onlar iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık denizde yolunu tutup kayıp gitti.
62. Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ beraberindeki gence “Öğle yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük” dedi.
63. Genç, “Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unutmuşum. –Doğrusu onu sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu- Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti” dedi.
64. Mûsâ: “İşte aradığımız bu idi”(58) dedi. Bunun üzerine tekrar izlerini takip ederek gerisin geri döndüler.
65. Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.(59)[7]
66. Mûsâ ona, “Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?” dedi.
67. Adam şöyle dedi: “Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin.”
68. “İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?”
69. Mûsâ, “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın. Hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim” dedi.
70. O da şöyle dedi: “O halde eğer bana tabi olacaksan, ben sana söylemedikçe hiçbir şey hakkında bana soru sormayacaksın.”
71. Derken yola koyuldular. Nihayet, bir gemiye bindiklerinde (adam) gemiyi deldi. Mûsâ, “Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu, şaşılacak bir iş yaptın.” dedi.
72. Adam, “Sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin, demedim mi?” dedi.
73. Mûsâ, “Unuttuğum için bana çıkışma ve bu işimde bana güçlük çıkarma!” dedi.[8]
74. Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında adam (hemen) onu öldürdü. Mûsâ, “Bir cana karşılık olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün? Andolsun çok kötü bir iş yaptın!” dedi.
75. Adam, “Sana, benimle beraberliğe asla sabredemezsin demedim mi?” dedi.
76. Mûsâ, “Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme.[9] Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişim)” dedi.[10]
77. Yine yola koyuldular. Nihayet bir şehir halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Halk onları konuk etmek istemedi. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Adam hemen o duvarı doğrulttu. Mûsâ, “İsteseydin bu iş için bir ücret alırdın” dedi.
78. Adam, “İşte bu birbirimizden ayrılmamız demektir” dedi. “Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü anlatacağım.”[11]
79. “O gemi, denizde çalışan bir takım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.”
80. “Çocuğa gelince, anası babası mü’min insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.”
81. “Böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik.”
82. “Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.”(60)[7] Âyette söz konusu edilen kul, çoğunluğun görüşüne göre Hızır (a.s.)’dır. Fakat Kur’an bu “kul”un kim olduğundan söz etmemiştir.
[8] Bu kıssada çeşitli hikmet ve mesajlar yanında öğretmen-öğrenci ilişkileri ve sabırlı olmak konularında ilginç ve ibretli öğütler de yer almaktadır. Hoşgörülü davranmak, bilmeyerek yapılan hata ve kusurlara karşı bağışlayıcı olmak, merak ve ilginin aşırı noktaya varmaması, eğitim adabı gibi konular bunlardandır. İrşat usulü ve din eğitimi konularında ihtisas yapacak olanlar, Kur’an’ın terbiye ve tebliğ metotlarıyla ilgili âyetlerin yorumuna öncelikle eğilmelidir.
[9] Müslim ve Ebû Dâvûd’un rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Hz.Peygamber, “Allah bize ve Mûsâ’ya rahmet etsin! Eğer sabretseydi şaşılacak şeyler görecekti. Fakat o arkadaşından utandı” buyurmuştur. (Müslim, Fezâil, 172)
[10] Âyetin son cümlesi, “O takdirde beni terk etmekte mazur sayılacağın bir noktaya ulaştın” şeklinde de tercüme edilebilir.
[11] Âyetlerde söz edilen bu üç olay, insanın dünya hayatında karşılaştığı her işte, ilahi hikmetlerin nasıl tecelli ettiğini göstermektedir. Tabiatta ortaya çıkan hiçbir olay şer olarak nitelendirilemez. Her olayda mutlaka hayır hedeflenmiştir. Bunlardan bazılarının zararlı ve şer gibi görünmesi, kişinin kendi iradesini kötüye kullanmasından kaynaklanmaktadır. Bu, kainatta işleyen ilahi rahmeti gölgelemez.
Tefhimü’l Kur’ân’dan
57. Gerçi bu hikaye kafirlerin sorusuna bir cevap olarak anlatılmıştır, ama aslında hem kafirlere hem de müminlere önemli bir gerçeği vurgulamak için de kullanılmıştır: Olayların sadece görünen yönlerinden sonuç çıkaran kimseler bu çıkarımlarından çok ciddi bir hata yapmaktadırlar. Çünkü onlar sadece görüneni görmekte ve onların altında yatan ilâhî hikmeti kavrayamamaktadırlar. Onlar günlük hayatta zalimlerin zenginliğini ve masum insanların zayıflığını, isyankarların refah içinde, itaatkârların ise zorluklar içinde olduklarını, günahkârların zevk içinde, dindarların ise acı içinde olduklarını gördüklerinde şaşkınlığa düşmekte ve onların ardında yatan hikmeti anlayamadıkları için yanlış anlamanın kurbanı olmaktadırlar. Kafirler ve zalimler bundan bu dünyanın hiç bir ahlâki kurala bağlı olarak işlemediği, bu dünyanın hiç bir hakimi olmadığı ve eğer varsa bile bu hakimin adaletsiz ve akılsız olduğu sonucunu çıkarmaktadırlar; o halde insan dilediği her şeyi yapabilir. Çünkü hesap verilecek kimse yoktur. Diğer taraftan müminler bunları gördüklerinde o denli sıkılıp cesaretleri kırılmaktadır ki, imanları zor bir imtihana tabi tutulmaktadır. Bu mucizenin ardında yatan hikmeti açığa çıkarmak için Allah gerçeğin üzerinden perdeyi aralamış, böylece Musa gece gündüz meydana gelen olayların ardındaki hikmeti gerçeği görenlerden ne denli değişik olduğunu görebilmiştir.
Şimdi şöyle bir soruyu ele alalım: Bu olay nerede ve ne zaman meydana geldi? Kur’an bu konuda hiç bir şey söylemez. Bu konuda Avfi’nin rivayet ettiği İbn Abbas’dan nakledilen bir söz vardır: “Bu olay, Firavun’un helâk edilişinden ve Musa (a.s) kavmini Mısır’a yerleştirdikten sonra meydana gelmiştir.” Fakat bu, İbn Abbas’dan rivayet edilen ve Buhari gibi diğer güvenilir hadis kitaplarında zikredilen başka hadislerle desteklenmemiştir. Musa (a.s) ‘ın kavmini Firavun’un helâkından sonra Mısır’a yerleştirdiğini ispatlayan başka bir kaynak da yoktur. Bunun tam aksine Kur’an Musa’nın Mısır’dan çıkışından sonra tüm zamanını çölde (Sina ve Tih) geçirdiğini söyler. Bu nedenle Avfi’nin hadisi kabul edilemez. Fakat eğer olayın ayrıntılarını göz önünde bulundurursak iki şey açığa çıkmaktadır: 1) Bunlar, Musa’ya (a.s) peygamberliğin ilk yıllarında gösterilmiş olmalıdır, çünkü bu tür şeyler, peygamberliğin ilk döneminde eğitim ve öğretim için gereklidir. 2) Bu hikaye Mekke’li müminleri rahatlatmak ve teskin etmek için anlatıldığından dolayı, bu mucizelerin Musa’ya (a.s) İsrailoğulları’nın, bu surenin indirildiği dönemde Mekke’li müşriklerin müminlere yaptığı işkencelerin aynısı ile karşılaştığı bir dönemde gösterildiği sonucuna da varılabilir. Bu iki noktaya dayanarak (Gerçeği yalnız Allah bilir) bu olayın Firavun’un İsrailoğulları’na yaptırdığı işkencenin en şiddetli olduğu dönemde meydana geldiğini söyleyebiliriz. Aynen Kureyş liderleri gibi Firavun ve çevresindekiler de azabın gecikmesini, kendi üzerlerinde kendilerini hesaba verecek hiç bir güç olmadığının ispatı sanarak aldanmışlardı. Ve işkence çeken Mekkeli müslümanlar gibi Mısır’lı müslümanlar da şöyle feryat ediyorlardı: “Rabbimiz! Bu zalimlerin hakimiyeti ve bizim zavallılığımız daha ne kadar sürecek?” O denli ki Hz. Musa şöyle dua etti: “Rabbimiz! Şüphesiz sen Firavun’a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir ihtişam ve mallar verdin. Rabbimiz, senin yolundan saptırmaları için mi?” (Yunus: 88) .
Eğer bizim tahminimiz doğru ise, o zaman bu olayın Musa’nın (a.s) Sudan’a yolculuğu sırasında meydana geldiği ve iki denizin birleştiği yer ile Mavi Nil ile Beyaz Nil’in birleştiği bu günkü Hartum şehrinin kastedildiği sonucuna varabiliriz.
Kitab-ı Mukaddes bu konuyla ilgili hiçbir şey söylemez, fakat Talmud bu olaya değinir, ama olayın kahramanı Musa (a.s) değil, Levi’nin oğlu Rabbi Jochanane’dır. Yine Talmud’a göre diğer kişi canlı olarak semaya yükseltilen ve orada dünyanın yönetimi için meleklerle birleştirilen Elijah’dır. (The Talmud Selections H.Polano, S. 313-16)
Çıkıştan önce meydana gelen olaylar gibi bu olayın da doğru olarak aktarılmış olması, fakat yüzyıllar geçtikçe bunda değişiklik ve tahrifler yapılmış olması mümkündür. Fakat ne yazık ki bazı müslümanlar da Talmud’dan etkilenmiş ve Musa kıssasının Musa ile ilgili değil aynı anda başka bir şahısla ilgili olduğuna inanmışlardır. Bu müminler Talmud’un isnadının zayıf olduğunu unutmaktadırlar; hem Kur’an’ın “Musa” adında belirsiz bir kimsenin başından geçen bir olaya değindiğini kabul etmemize de hiç bir sebep yoktur. Dahası Ubey ibn Ka’b’dan rivayet edilen bir hadisden Hz. Peygamber’in (s.a) bu olayı açıklığa kavuşturduğunu ve Musa ile Hz. Musa’nın (a.s) kastedildiğini öğrenmekteyiz. Bir müslümanın Talmud’un bir görüşünü kabul etmesine bir sebep de göremiyoruz.
Oryantalistler, genelde olduğu gibi, tarihin “kaynaklarına” bir “araştırma” yapmışlar ve şunlara işaret etmişlerdir: “Kur’an’da anlatılan hikaye şu üç kaynağa dayandırılabilir: 1) Gılgamış Destanı 2) Süryani iskendernâme 3) Elijah ile Levi’nin oğlu Rabbi Joshua ile ilgili Yahudi efsanesi (İslâm Ansiklopedisi (yeni baskı) ve Shorter Encyclopaedia of İslâm- Hızır başlığı.) Bu kötü niyetli “bilginler” her şeyden önce “bilimsel araştırmaları”nı Kur’an’ın Allah tarafından vahyolunan bir kitap olmadığını ispatlamak için kullanırlar. Böylece onlar, Hz. Muhammed’in (s.a) vahiy olarak iddia ettiği şeylerin böyle “kaynaklar”dan elde edildiğini ispat etmiş olacaklardır. Bu konuda bu utanmaz insanlar öyle akıllıca ve hileli bir şekilde “deliller” ve “iktibaslar” kullanmaktadırlar ki, insan onların “araştırmaları”nın doğruluğuna inanmaya başlamaktadır. Eğer bunların yaptıkları şey “araştırma” ise o zaman insanın böyle bir “araştırma ve bilgi”yi lanetlemeye hakkı vardır.
Biz onlardan “araştırma”larını daha da açıklamaları için aşağıdaki soruları cevaplamalarını istiyoruz.
1) Kur’an’ın belirli bir iddiasını birkaç eski kitaba dayandırdığı konusunda hangi deliliniz var? Böyle bir iddiayı, Kur’an’da anlatılan bazı olayların bu kitaplardakine benzemesine dayandırdığı için “araştırma” olarak kabul edemeyiz.
2) Kur’an’ın indirildiği dönemde Mekke’de Peygamber’in (s.a) Kur’an için materyal topladığı bir kütüphane olduğu konusunda bir bilgiye mi sahipsiniz? Bu soru yerinde bir sorudur, çünkü Kur’an’daki kıssa ve fikirlerin kaynağı olarak kabul ettiğiniz çeşitli dillerdeki birçok kitap toplandığında, yeteri kadar büyük bir kütüphane meydana gelir. Hz. Muhammed’in (s.a) bu kitapları çeşitli dillerden Arapça’ya tercüme eden mütercimler tuttuğu konusunda, elinizde bir delil mi var? Eğer böyle değilse ve sizin iddianız sadece Peygamber’in (s.a) Arabistan dışına yaptığı birkaç yolculuğa dayanıyorsa, şöyle bir soru sorulabilir: Peygamber’in (s.a) Peygamberliğinden önce böyle kaç kitap kopya edebilmiş veya kaç kitap ezberleyebilmiştir? Nasıl oluyor da Peygamberliğin gelişinden bir gün önce bile onun konuşmalarında, (daha sonra Kur’an’da nazil olan) bu topladığı bilgilerin etkisi görülmemiştir?
3) Nasıl olmuş da Peygamber’in (s.a) çağdaşı Mekke’li Yahudi ve Hıristiyan kafirler, sizin gibi böyle bir delil peşinde oldukları halde Peygamber’e (s.a) böyle bir suçlamayla karşı çıkmamışlardır? O dönem müşriklerinin böyle bir fırsatı değerlendirmek için yeterli nedenleri vardı, çünkü onlara Kur’an’ın vahyolunmuş bir kitap olduğu ve ilâhî bilgiden başka kaynağı olmadığı iddiasının tersini ispatlayacak bir delil bulmaları ve eğer Kur’an’ın insan sözü olduğu doğru ise onun bir benzerini meydana getirmeleri teklifi yapılmıştı. Bu teklif o dönem İslâm düşmanlarının iddialarını boşa çıkarmış ve Kur’an’ın dayandığı başka bir kaynak olduğunu ispatlayacak en ufak mantıki bir fikir bile öne sürmemişlerdir. Bu gerçeklerin ışığında şöyle bir soru yöneltilebilir: “Peygamber’in (s.a) çağdaşları bu araştırmalarında nasıl başarısız oldular da bin yıllık bir zaman geçtikten sonra bugün İslâm düşmanları bu girişimlerinde başarı kazandılar?”
4) En son ve en önemli soru ise şudur: Bu İslâm düşmanlarının Kur’an’ın Allah’tan gelen bir vahiy olma ihtimalini bir tarafa bırakıp bütün çabalarnı onun vahiy olmadığını ispatlama girişimlerinde yoğunlaştırmalarının nedeninin sadece bağnazlık ve garaz olduğunu göstermiyor mu? Kur’an’da anlatılan kıssaların daha önce yazılmış kitaplardakilere benzemesi gerçeği aynı şekilde Kur’an’ın vahyedilmiş olduğu ve geçen zaman boyunca onlarda meydana gelen tahrifleri düzeltmek için bu kıssalara değinildiği şeklindeki görüşün ışığında da ele alınabilir. Onların araştırmaları, neden Kur’an’daki hikayelerin gerçek kaynağının bu kitaplar olduğunu ispatlamak üzerinde yoğunlaşıyor da, diğer ihtimali, Kur’an’ın vahyedilmiş bir kitap olduğu gerçeğini hiç dikkate almıyor?
Bu soruları düşünen her tarafsız kişi, oryantalistlerin “bilgi” adına sundukları “araştırmanın” dikkate alınmaya değer olmadığı sonucuna varacaktır.
58. Yani, “bizim varacağımız yerin alameti, işareti işte bu idi,” Bu, Hz. Musa’nın bu yolculuğu Allah’ın emri ile O’nun kulu ile buluşmak üzere yaptığını göstermektedir. Ona balığın yok olduğu yerde o kul ile buluşacağı söylenmişti.
59. Bütün güvenilir hadis kitaplarında bu kulun ismi “Hızır” olarak bildirilmiştir. Bazılarının İsrailliyatın etkisiyle söylediği gibi onun isminin Elijah (İlyas) olduğunu düşünmemize hiç bir neden yoktur. Bu İsrailliyattan etkilenen kimselerin iddiaları sadece Peygamber’in (s.a) sözüne aykırı olduğu için değildir. Aynı zamanda İlyas Peygamber’in (a.s) Hz. Musa’dan (a.s) yüzlerce yıl sonra doğduğu gerçeğini gözönünde bulundurmadıkları için de yanlıştır.
Kur’an Hz. Musa’nın (a.s) yanındaki gencin kim olduğunu bildirmez; fakat bazı hadislere göre bu genç, Hz. Musa’dan sonra İsrailoğulları’nın başına geçen Nun’un oğlu Yeşu’a dır.
60. Bu kıssa ile ilgili olarak cevaplandırılması gereken çok zor bir soru ortaya çıkar: Hızır tarafından yapılan işlerin iki tanesi insanın yaratılışından beri var olan kanunlara apaçık aykırıdır. Hiçbir kanun bir kimseye başka bir kimsenin malını tahrip etme ve suçsuz bir insanı öldürme izni ve yetkisi vermez. O denli ki bir kimse ilham yoluyla bazı korsanların belli bir gemiyi basacaklarını ve belli bir çocuğun isyankar ve kafir olacağını bilse o zaman bile Allah tarafından gönderilen hiçbir kanun insana ilhamı nedeniyle gemide bir delik açma ve masum bir çocuğu öldürme izni vermez. Buna cevap olarak birisi Hızır’ın bu iki işi Allah’ın emri ile yaptığını söyleyecek olsa, bu bizim sorunumuzu çözmez. Çünkü soru: “Hızır bu işleri kimin emri ile yaptı?” değil, “Bu emirlerin özelliği ne idi” sorusudur. Bu önemlidir, çünkü Hızır bunları “ilahi emir” doğrultusunda yapmıştır. Hızır’ın kendisi de bu işleri kendi yetkisi ile yapmadığını, bilakis Allah’ın rahmetiyle hareket ettiğini söylemektedir. Allah da bunu şu sözlerle tasdik etmektedir: “Biz ona katımızdan bir ilim öğrettik.” Bu nedenle bu işlerin Allah’ın emri ile yapıldığından hiç şüphe yoktur. Fakat emrin niteliği ve özelliği ile ilgili soru hâlâ ortada durmaktadır. Çünkü bu emirler, hiçbir ilahi kanun tarafından izin verilmediği için meşru değildir. Ve Kur’an da suçlu olduğuna bir delil olmaksızın bir kimsenin başka birisini öldürmesine izin vermez. Bu nedenle bu emirlerin de bir kimsenin zengin, diğerinin fakir ve bir kimsenin hasta, diğerinin de hasta iken iyileşmesine neden olan Allah’ın emirleri ile aynı grupta olduğunu kabul etmek zorundayız. Eğer Hızır’a verilen emirler bu tür emirler idiyse, Hızır’ın insanlar için konulan ilahi kanunlarla sınırlı olmayan bir melek (veya Allah’ın yaratıklarından başka biri) olduğu sonucuna varılabilir.
Çünkü şer’î yönü olmayan bu tür emirler ancak meleklere verilebilir. Bunun nedeni haram ve helâl sorununun onlar için söz konusu olmamasıdır; onlar hiçbir kişisel güce sahip olmaksızın Allah’ın emirlerine itaat ederler. Onların aksine bir insan, işlediği amel ilahi kanuna aykırı ise, bunu ilham sonucu veya içgüdülerle istemeyerek işlemiş de olsa günah işlemiş olur. Çünkü insan, insan olması münasebetiyle ilahi kanuna uymak zorundadır. Ve ilahi kanunda, bir kimsenin ilham yoluyla bir emir aldığı veya kendisine gizlice yasak bir işin hikmeti bildirildiği için yaptığı işin helâl sayılabileceği bir boşluk yoktur.
Yukarıda değindiğimiz ilke fıkıh alimleri ve sufi liderler tarafından tartışmasız kabul edilmiştir. Allame Alûsî bu konuda Abdü’l Vehhab Şi’rânî, Muhiddin ibn A’rabi, Müceddid Elfi Sani, Şeyh Abdülkadir Geylani, Cüneyd Bağdadi, Sırrı Sekati, Ebu’l Huseyn en-Nuri, Ebu Said el-Harrâz, Ahmed üd-Dineveri ve İmam Gazzali’nin birçok sözünü ayrıntısıyla nakletmiştir. Onlara göre, bir sufi için bile kendine gelen bir ilhama uyarak kanunun ilkelerine ters düşen birşey yapmak doğru değildir. (Ruhu’l Meani cild: XVI, s 16-18) . İşte bu nedenle biz Hızır’ın bir melek veya insanı sınırlayan kanunlardan azade başka bir yaratık olması gerektiği sonucuna vardık. Çünkü o, yukarıda anılan formülün tek istisnası olamaz, bu yüzden kaçınılmaz olarak onun, insanlar için önceden belirlenen ilahi kanuna göre değil, Allah’ın dileği doğrultusunda hareket eden Allah’ın kullarından biri olduğu sonucuna varıyoruz.
Eğer Kur’an Hz. Musa’nın (a.s) eğitilmek üzere gönderildiği “kul”un bir insan olduğunu söylemiş olsaydı, o zaman Hızır’ın insan olduğunu kabul edecektik. Fakat Kur’an açıkça onun bir insan olduğunu söylemez, aksine “kullarımızdan biri” olduğunu söyler, bu da onun insan olduğunu göstermez. Kur’an’da bu kelime (kul) çeşitli yerlerde melekler için kullanılmıştır. Bkz. Enbiya: 26, Zuhruf: 19. Bunun yanısıra Hz. Hızır’ın insan olduğuna işaret eden hiçbir hadis yoktur. Hz. Peygamber’den (s.a) Said ibn Cübeyr, İbn Abbas ve İbn Ka’b kanalıyla rivayet edilen sahih bir hadisde “Racul” kelimesi, genelde insanlar için kullanılmasına rağmen, Hızır (a.s) için kullanılmıştır ve sadece insanlar için kullanılmayacağı açığa çıkmıştır. Kur’an’da bu kelimeyi Cin Suresi altıncı ayette cinler için kullanmıştır. Şu da bir gerçektir ki bir melek, bir cin veya görünmeyen bir varlık insanların yanına geldiğinde, insan şeklinde görünür. Ve bu şekil içinde aynen Meryem’e gelen insan kılığındaki melek gibi beşer adını alır. (Meryem 17) O halde yukarıda zikredilen hadiste Peygamber (s.a) tarafından Hızır için kullanılan “Racul” kelimesi, onun mutlaka insan olduğu anlamına gelmez.
Bu nedenle yukarıdaki tartışmanın ışığında, Hızır’ın, bir melek olduğu veya insanlar için belirlenen sınırlarla bağımlı olmayan başka bir yaratık olduğu sonucuna varabiliriz. İbn Kesir’in tefsirinde Maverdi’den rivayet edildiğine göre, bazı eski müfessirler ve Kur’an alimleri de bu görüştedirler.