İran ÖyküleriBaba Mukaddem

Onunla tesadüfen tanışıp dost olduğumu söyleyebilirim. O gün öğretmen beni sınıfta başka bir yere oturtmuş olsaydı, belki ben de başkasıyla dost olacaktım. Lisenin müdür yardımcısı tarafından birinci sınıf öğretmeniyle tanıştırıldığım gün ön sırada boş bir yer vardı; öğretmen oraya oturttu beni. O da benim solumda oturuyordu. Uçuk benizli, iri beyaz dişli, kemikli ve uzunca yüzlü, düzgün ve biraz koyu ciltli, solgun gözlü ve utangaç bakışlı bir çocuktu.
Bazen ne kadar düşünsem de bu dostluk için başka bir sebep bulamıyorum. Kabul etmeli ki insan çocukken oyun arkadaşı arıyor. Büyüdüğü zaman da hiç olmazsa pek çok şeyini söyleyebileceği birini istiyor. Kimi zaman acıma ve şefkat duyguları tanışmalara neden oluyor. Bütün bunlar, tesadüfler de eklenince onunla tanışmama yol açtı. Yavaş yavaş büyüyor ve boya çekiyorduk. Ama o, okuldaki tüm çocuklardan daha çabuk gelişiyordu. Bu gelişme hele hele yüzünde daha bir göze batıyordu.
Lise ikide şakakları tümsekleşti, çenesi irileşip uzadı, alnı genişledi ve biraz daha ileri çıktı. Hatta üçüncü sınıftayken çocuklar şaka yollu ona “at” lâkabını bile taktılar. Bu isim ağızdan ağı-za dolaşarak süratle tüm okula yayıldı. Bu yetmiyormuş gibi unvanı sokağa sıçradı ve mahalle esnafı da bundan haberdar oldu. Artık çocuğun adı “at” kalmıştı.
İlkin bu ismi duyunca rahatsız oluyordu. Hatta birkaç kez çocuklarla kavga bile etti; saydı sövdü onlara; taş attı. Ama zamanla ister istemez eski bir hastalığıymış gibi bu isme alıştı.
“At” onun adıydı. Belki de aynaya bakıp ağır kafasını, iri ve fersiz gözlerini görünce çocuklara hak veriyor ve kendine kızıyor¬du. Başkalarını sorumlu tutmuyor, ne kadar düşünse de, birine kızamıyordu.
Babasının, annesinin, erkek ve kız kardeşlerinin eli yüzü düzgündü ve aşırı kemikleşme yoktu onlarda. Ben bu meseleyi sonradan öğrendim, yani kendisi anlattı bana. Bu konu onun için bir sorun olmuş, defalarca bu meseleyi araştırmış, ama bir türlü işin içinden çıkamamıştı. Her geçen gün gerçek bir ata benzemekte olduğunu görüyordu. Bunun üzerine kaderine teslim oldu ve ata benzeyen kafasıyla uyum içinde kalarak çocuklarla oynamaya devam etti.
Bazen onun yüzüne bakarken utangaç bakışlarını, iri dudaklarını ve büyük, beyaz dişlerini görünce içimi bir korku kaplıyor ve sırtım ürperiyordu. O gerçekten bir at olsa da okuldan, bizim aramızdan geçip gitse, ne güzel olurdu diye düşünüyorum. Ama bu sadece bir fikirdi. O benim arkadaşımdı ve sınıfta yanımda oturuyordu. Onun dostluğundan vazgeçmek benim için mümkün değildi. Ona karşı bir tür acıma hissi vardı içimde. Benim dostluğuma ihtiyacı vardı sanki. Ondan uzaklaşacak olsam, çocukların arasında bir başına kalacakmış gibi geliyordu bana. Ço¬cuklar alaya aldıkları zaman bana sığmıyordu. Bu sırada yüzü benden yardım istiyormuş gibi bir hâl alıyordu.
Ağır başım öne eğiyor, göz kapakları devriliyordu. Dişlerinin gıcırtısı öfkesini gösteriyor, ayaklarım yere vuruşu intikam diye basbas bağırıyordu. Zaman zaman ona bir hâller oluyor, benden uzaklaşıp, çocuklardan uzakta, tenha ve karanlık bir köşede kös kös oturup düşünceye dalıyordu. İntikam plânları mı kuruyordu. ya da kaçmak, çocukların arasından sıyrılmak mıydı istediği? Kimse bilemezdi. Gidip onu çeke çeke getiriyordum; birlikte oynamaya başlıyorduk. Oyunların içinde koşmayı çok seviyordu. Sıçramada herkesi geçince seviniyor ve iri dişleri görünüyordu. Göğsünü yumruklayarak, kazandığı zaferle sarhoş oluyordu. Başka bir şeyde de üstüne yoktu: Çok sert ve hızlı tekme atardı. Çocuklar başına üşüşüp de alaya başladılar mı, sinirleniyor ve tek-meleriyle girişiyordu onlara. Bu darbeler atın çiftesinden beterdi. Çocuklar bu durumda ondan kıyı bucak kaçıyorlardı. Çocukların onun kuvvetinden korkup kaçmaları gurur veriyordu ona. Başını dik tutup göğsünü öne çıkarıyor ve tıpkı bir at gibi heyecanlanıyor, eşinip bağırıyordu.
Artık lisenin sonlarına geldiğimiz yıl, dostluğumuzun dördüncü yılı, gittikçe sahici ata benzemeye başladı. Bu hâl onun insanlardan daha da kaçmasına neden olmuştu. Başkalarının onun yüzüne hayret dolu bakışlarını görmemek için başını öne eğiyor, nadiren insanların yüzüne bakıyordu. Sokağa da çıkmaz olmuş, herkesten kopmuştu. Çocukların olmadığı saatlerde evinden okula giden yolu kullanıyor ve başkalarına görünmeden okula gidebiliyordu. Artık eskisi gibi sinirlenmezken, çocuklardaki alay etme arzusu da sönmeye yüz tutmuştu. Ama o bu dinginliğin acıma duygusunun bir sonucu olduğunu, gerçeğin asla değişmediğini biliyordu. Onu sık sık kendi köşesine çeken şey belki de buydu. Ata benzediğinden söz etmeyen ve yüzüne merakla bakmayan tek kişinin sadece ben olduğumu sanıyorum. Bununla birlikte dostlukta öncülük edip, ona giden ben olmasaydım, asla yaklaşmazdı bana. Artık çocukların oyununa katılmıyor, kimseyle ilgilenmiyordu. Yalnız, ben ona gittiğim zaman evden çıkıyordu.
Tenha sokakları iyi biliyordu. İşte bu sokaklardan beni şehir dışına götürüyordu. Boş tarlalalarda dolaşıyor, şehirden uzak tepelerde koşuyorduk. Ben koşmaktan yorulduğumda o hâlâ dinçliğini koruyordu. Oturup onun tarlada bayırda koşusunu izliyordum. Havaya sıçrıyor, çığlıklar atıyordu. Kaygılanıyordum onun için. Ata benzeyen bu genç insanın yazgısını ve ileride nasıl bir işte çalışacağını düşünüyordum hep. Kendisine iyi niyetten uzak, merakla bakan bu insanlara nasıl davranacaktı? Yıllarca inzivada kalıp ortalarda görünmemesi ve sadece akşamın alacakaranlığında şehir dışında, gözlerden uzak kırlarda atlayıp zıplaması, bağırıp çağırması mümkün mü acaba? Kendisi bu konuda bir şey demese de istisnaî durumunu bildiği, gün gibi ortadaydı. Bu bilinç onun insanlardan kaçmasına neden olmuştu. Mümkün oldukça okula az geliyor ve bu kayboluşlar için bahaneler buluyordu.
Başarılı olması için önceki yıllar için de çalışması gerekirken lise beşinci sınıf final sınavlarında başarılı olamadı. O yıl sınavı verememesi onun sonu demekti. Altıncı yıl okula gelmedi ve evde oturdu. Diplomasını alsa bile bu kâğıt parçasının derdine derman olmayacağını düşünüyordu belki de.
Onun okula gelmediği yıl çok rahatsız oldum. Bir sırada geçirdiğim beş yıldan sonra birdenbire kendimi yalnız ve savunmasız bulmuştum. Sanki çevrem boşalmıştı da ıssız bir çöle salıverilmiştim. Bu durumdan kaçmak için her gün okul dağıldıktan sonra dosdoğru onu görmeye gidiyordum.
Bu dostluktan haberdar olan annem ve babam da ona güleryüz göstermiyorlardı. Bu konuda bana birşey demeseler de, bu durumda olan birine gidip gelmemi istemediklerini pekâlâ anlıyordum. Ona karşı merhamet duymuyorlardı ama oğullarının, insanlardan kaçıp yüzünü karanlıkta dahi saklayan birinin hayatına karışmasını istemiyorlardı. Hatta bir ara daha iyi okuldur bahanesiyle beni başka bir liseye yerleştirmek istediler. Ama onların maksadını bildiğimden bu işe yanaşmadım ve onu yalnız bırakmak istemedim. Nedendir bilmem, sonunda onun başına bir iş geleceğini ve o haliyle uzun süre yaşayamayacağını hissediyordum.
Baharın ikinci ayıydı; bir gün onu görmeye gittim. Canı sıkılamış gibiydi. Sesi tuhaf bir biçimde değişmişti. Söylediği kelimelerin çoğunu bilmiyordum. Dışarı çıktığımızda, şehir dışına gidip dolaşmamızı teklif etti.
Akşamüstüydü. Belki bir saat sonra hava kararacaktı. Batıya doğru yürüyorduk. Yolumuz engebeliydi ve tepelerden geçiyordu. iki tarafımızda da karanlık gölgeli derin vadiler vardı. Koyu birkaç bulutla birlikte karşımızdaki ufuk kıpkırmızıydı. Bir süre sustuk. Sonra dönüp ona baktım. Artık basbayağı bir at olmuştu. “Nereye gidelim?” diye soracak oldum, başım çevirip bana baktı. Artık o bakışlar insan bakışı değildi. Donuk, düşüncelerden, insanî isteklerden uzak bir at bakışıydı. Yüreğim boşa gitti. Sahici bir atla yürüyordum. Binbir zahmet çekerek artık şehre dönmek istemediğini anlattı. Kelimeleri zor telaffuz ediyordu. Sesi sanki bir atın boğazından geliyordu. Tam bu sırada eğilip ellerini yere koydu. Ne yapabilirdim ki? Onu insanların dünyasına döndürmem mümkün müydü? O ağır başı, o at gövdesini değiştirebilir miydim acaba? Ya da insanlara, ona karşı davranışlarını değiştirmelerini söyleyebilir miydim? Hayır; imkânsızdı bu. Şehre dönmeye karar verdim. Ama biraz daha birlikte yürümemiz için ısrar ediyordu. Yorulduğumu söyleyince beni sırtına alıverdi. Daha ben ne oldu demeye kalmadan hareket etti. Saçlarına, daha doğrusu yelelerine tütündüm. Artık tepelerde dört nala gidiyor ve beni sırtında taşıyordu. Ayaklarını yere vuruş sesi kulaklarımda çınlıyordu. Başımı kulağına dayamıştım. Korkudan tir tir titrerken bu biniciliğin sonunun nereye varacağını düşünüyordum.
Rüzgâr kulaklarımda uğulduyor, rüzgârın ıslığı arasında burnundan alıp verdiği nefesleri işitiyordum. Bu iş bir saat mi sürdü, iki saat mi, bütün gece mi gittik, bilmiyorum. Tek bildiğim, bir düzlüğün kenarında durduğunda, yine vakit akşamüstüydü. Ufuk yine kıpkırmızıydı ve koyu bulutlarla kaplıydı ama karşımızdaki ova aydınlıktı. Uzaktan uzağa dağların yer aldığı, eyersiz, kuşamsız birkaç atın yayıldığı engin bir çayırlıktı. Yorgun argın “At”tan indim. O da kendisine doğru gelmekte olan atlara gitti. Atların onu koklayıp çevresinde döndüklerini sonra sürü hâlinde dörtnala çimenlikte koşmaya başladıklarını gördüm. » Rüzgârda yeleleri dalgalanıyor, kuyrukları uçuşuyordu. O kadar uzaklaştılar ki bir ara gözden kaybettim. Sonra tekrar göründü-ler. Onun rengi hepsinden daha parlaktı. Uzun yeleli, gür kuyruklu doru bir at olmuştu.

Hava kararmaktaydı. Ben tanımadığım o arazide yalnızlığımla başbaşa kalmışken doru bir at geldi. Eğildi; binmem gerektiğini anladım. Yine yelelerine tutunup başımı kulağına yaklaştırdım. Uçacağımı anladım hemen. Kulağına çok şeyler anlattım: Dostlu-ğumuzdan, okul yıllarından. Şehre dönüp eve gitmesini istedim. Ama sözlerime kulak asmadan havayı yara yara ilerliyordu.
Ardımızdan diğer atlar da koşmaya başladı. Bizi geçen atlar görüyordum. Rüzgâr gibi giden doru at havayı yara yara ıssız çöllerden geçiyordu. Engebeli araziden geçip de bir tepenin üstünden şehrin ışıkları görününce rahatladığımı hissettim. Doru at durdu; öteki atlar da biraz ötede durdular, inmem gerektiğini anladım. Şehir pek de uzak sayılmazdı. Bir adım atsam, cetvel gibi dümdüz caddelerin, ışıkların arasına dalacaktım sanki.
Konuşmak boşunaydı. Artık birbirimizin dilini anlamıyorduk. O, atların dünyasına aitti ve ben insanların arasına dönmeliydim. Allaha ısmarladık dercesine ve yıllarca süren dostluğun nişanesi olarak sevgiyle alnını okşadım. Başını yere eğince sıcak nefesi yüzüme çarptı. Elim onun gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Eskiden olduğu gibi, insan gibi ağlıyordu.
Aradan zaman geçti. Bu süre içinde zaman zaman at arkadaşımı hatırlıyordum. Artık hep onu düşünür olmuştum. Ne yapıp edip onu görmek istiyordum.
Nihayet bir gün bu arzumun baskısıyla herşeyi göze aldım ve şehirden ayrılarak beni o meraya götüreceğini sandığım yola girdim. Saatlerce yürüdüm; dereler tepeler aştım, nice diyardan geçtim. Ama o yere ulaşıp ulaşamadığımdan asla emin olamadım. Sadece bir düzlükte, ırak, tenha ve dağlarla çevrili, otları kurumuş ve bir zamanlar mera olduğu tahmin edilebilecek bir ovada durdum. O yere geldiğimi kendime kabul ettirebilirdim. Sanki çocukken orayı görmüş gibiydim. Böyle bir anım vardı çünkü. Ama atlardan haber yoktu. Kuş uçmaz kervan geçmez bir ovaydı. Sadece kuru otları sürükleyen rüzgârın sesi duyuluyordu. Dönüşte bir adama rastladım. Sırtında yüküyle ovadan geçen bir yolcuydu. Dağların öte yakasındaki evine gittiğini söylüyordu.
Atların otlaklarını sordum ona. Adam şöyle bir düşünüp başını salladıktan sonra: “Evet, burası. Birkaç yıl önce güzel bir çayırlıktı. Ama kuraklıktan yok oldu gitti. Bak şimdi şu hâline. O yıl sahipleri atları götürüp sattılar” dedi.
Sonra yalnız kaldım. Artık onun gibi bir dostum yoktu. Benimle arkadaş olacak onun gibi biri zor çıkardı belki de. En iyisi yalnız başına insanların arasında dolaşmaktı. Yalnız kalmak, yine dostumun başına bir belâ gelmesinden ve yine yalnız kalmaktan daha iyiydi. Bu olayı Unutmak için zorladım kendimi. Birşey bana yardımcı oldu: Bir devlet kuruluşunda işe girdim. Bir süre idaredeki işlerle oyalandım fakat bu olayı unutabilme düşüncesi de boşunaydı. Bu konu olmadık zamanlarda, rüzgârla küllerin arasından kıvılcım çıkması gibi günlük iş güç arasında kendini gösteri veriyordu. Bu bile anılara dalıp gitmeme yetiyordu. Elim işe varmıyordu. Ondan haber almak, nerede olduğunu, ne yaptığını bilmek istiyordum. Yine zorladım kendimi. Bütün eski olaylar gibi belki onu da unuturum diye meşgul olmaya çalışıyordum. Sırf bu yüzden çok sevdiğim at yarışlarına gitmekten vazgeçtim. Fay¬tonlara binmedim; onlara bakmadım. Hatta at bulunan meydanlara, hanlara gitmekten kaçındım. Ama her şey benim elimde değildi. Bazen gafil avlanıp bir atla karşılaşıyordum. Herkesin gözü önünde oradan kaçıp gitmem yakışık almazdı. Durup atı görmek için kendimi çok zorladım. Birkaç kez onunla karşılaştığımı, arkadaşımın bir faytonu ya da yük arabasını çektiğini düşündüm. Hepsinin de başları ağır, yüzleri iri ve kemikli, gözleri utangaçtı ve insanlara bakmıyorlardı. Böyle bir olayın hayatımı alt üst etmemesi için kendime hakim olmaya karar verdim. Böylesi olayları gören bir ben miydim ? Aralarında dolaştığım, alışveriş yaptığım bu insanların hepsi de bunun gibi düşüncelerden ve anılandan uzak mıydı? Hayır. Emindim; bazıları böyle olaylarla sık sık karşılaşmışlardı. Onları anlatmak isteseler belki aylar, yıllar sürerdi. Öyleyse zaafiyet gösterip, o olayların hatırasının, ağacı içinden yiyip bitiren kurt gibi ruhumu kemirmesine izin vermemeliyim. Aksi takdirde günün birinde bir de bakmışsın içi boş bir ağaca dönmüşüm. Hayır! Bir olay oldu ve bir insan ata dönüştü. Kaçtı. Aramızdan çekildi gitti ve ben bir arkadaşımı yitirdim. Yazgısı böyleymiş. Dünyanın sonu gelmedi ya. Ben yoluma devam etmeliyim. Bu at özgürse, çayırlarda koşuyorsa, yük çekiyorsa ve insanlardan kırbaç yiyorsa, atların dünyasına ait olduğu içindi. Ben insanların dünyasında olduğuma göre insanlarla birlikte olmalı, onlar gibi yürümeliyim. Atlara binmeli, sırtlarından yük indirmeli, serkeşlik ettiklerinde veya yorgun göründüklerinde kırbaçlamalıyım; değnekle vurmalı hatta tekmelemeliyim.
Bunun gibi nice düşünceler içinde kendimle boğuşuyordum. Bazen öğleden sonraları odama kapanıp fırdönüyor, kendi kendimle konuşuyordum. Belki ruhumun derinliklerinde bu konuda zerre kadar iz kalmaz diye bin türlü sebep buluyordum. Rahatsızlığımı düşündüğüm anda, o kara tahtanın üstünde henüz silinmemiş kargacık burgacık yazılar kaldığım görüyordum. Bunları silmeye çalışmak boşuna bir uğraştır. Yine bastıra basura siliyordum. Üstlerini bir toz tabakası kaplıyordu. Tam bitti derken bir süre sonra, çok kısa bir süre sonra o yazılar yine beliriyordu; hem de daha koyu bir şekilde.
Bunca kaygının, kuşkunun arasında sadece bir şeyden emindim: Eninde sonunda, bir gün, bir şekilde tekrar onunla karşılaşacaktım. İkimizden biri, ya ben ya o, yeni bir olaya ilişkin lâflarını söyleyecek ve herşey bitecekti. Böyle de oldu.
Ev sahibim başka bir ev aramamı istedi benden. Evine ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Ara tara derken bir ev buldum ve bir gün eşyalarımı, döküntülerimi toplayıp evi boşaltmaya karar verdim. Bu işlerde bana yardımcı olan biri vardı. Ben de gönül rahatlığı içinde yeni eve gitmiş, eşyaların gelmesini beklerken, yardımcım ne yapacağını bilemez bir hâlde geldi; at arabasının devrildiğini ve eşyanın sokakta tozun toprağın üstüne döküldüğünü söyledi. Yüreğim boşa gitti sanki. İçimden belli belirsiz bir korku geçti. Eşyalarm dökülmesinden mi yoksa “araba” ismini duyunca mı bilmem, içime bir korku düştü. Her neyse; onunla dar bir sokakta devrilmiş yatan arabanın yanma geldik. Eşyaları yolun kenarına yığan arabacının gözü bana ilişince, atın karnına sert bir tek¬me atıp: “Kitapsızın ayağı arkın çukuruna girip düştü; araba devrildi” dedi.
Daha fazla konuşturmadım. Atı daha yakından görmek için yaklaştım. O attı ama bir farkla: Ağır işe koşulmaktan kalça kemikleri ve kaburgaları çıkmıştı. Toz, toprak ve çamurun altından doru rengi görülüyordu. Yüzünü iyice görüp emin olmak için başımı yaklaştırınca gözlerime baktı. Utangaç, ağır, umutsuzluk ve sitem dolu bir bakıştı. Elimden ne gelirdi? Ayağı kırık ve başkasına ait bir attı. Eşyalarımı toplayıp yeni evime gitmeliydim.
Bu olayın üstünden yıllar geçti. At arkadaşım mutlaka ölmüştür. Onun anısına odamın kapı ve duvarlarını çeşit çeşit at resimleriyle, at tablolarıyla kapladım. Koşan atlar, yayılan atlar, arabaya koşulu, ağır yükleri dik yokuştan yukarı çeken atlar, ağır yüklerin altında çamurlarda debelenen, ayakları kırılmış, ağır başlı, utangaç bakışlı atlar…


Kanar, Prof. Dr. Mehmet. At. In Çağdaş İran Öyküleri. KAKNÜS YAYINLARI, İstanbul.